23 Nisan 2011 Cumartesi

“SINIRI GEÇTİK, EVİMİZE VARANA KADAR DAHA KAÇ SINIR GEÇECEĞİZ?”: ZAMANIN TOZU VESİLESİYLE ANGELOPOULOS SİNEMASI ÜZERİNE DEĞİNMELER


niçin, niçin, niçin,
kuyuya düşen çocuk niçin ölmesin
İsmet Özel

(Önce bir parantez: Angelopoulos’un filmleri on dokuz ile otuz dört yaş arasındaki tarihimi, ütopya ile ütopyasızlık arasındaki gerilimi hem taşıyıp hem taşıyamadığım hayatımın çekirdeği her neyse onu anlatır benim için. Bir Angelopoulos filmini ilk kez seyrettiğimde; Ulis'in Bakışı'ndaki kadınların sessiz sedasız çevirdikleri çıkrıkların yerine kameranın sesini duyduğumda, yağmur altında daracık sokaklarda kara şemsiyelilerin kaybettirdiği kadını görüp de ürperdiğimde 19 yaşındaydım ve İstanbul'a, adı anıldığında herkesin illa biraz şairleştiği, taşradan bakınca ayak basıldığında toprağa ayak basılacakmış gibi, tüm zamanlar bir anda insanı bağrına basacakmış gibi hissedilen şehre geleli henüz bir sene olmuştu. Yağmur, karanlık tamam ama ben kara şemsiyelilerin kaybettirdiği kadını, o zamanları, o toprakları adımlarımı sıklaştırsam da sokak aralarında elimden gözümden kaçırıp duruyordum ve o kadın filmdeki gibi bütün kadınlar haline geliyordu. Son filmi Zamanın Tozu’nu ise İstanbul’dan gerisin geri döndüğüm Bursa'nın tarihi bir sinema salonunda, perdenin kenarındaki kocaman Türk bayrağına rağmen 16 yaşındaki kuzenimle birlikte yine ürpererek ama bu sefer bir kez daha gerisin geri dönerek seyrettim. Gerisin geri döndüm; çünkü lüksü, icabı ya da toprak ya da zamana inancı olana, “bir mucizeyle yüzleşmeye ve onu mucize olarak görmeye duygusal olarak hazır ve yeterince masum” olana, “bir film parçasının ardından yol tepecek kadar umutlu ya da umutsuz” olana durup bakmasını, “hâlâ görebiliyor muyum?” diye sormasını salık vermeyi sürdürüyordu Angelopoulos.)

Ağlayan Çayır’la başlayan üçlemenin ikinci filmi olan Zamanın Tozu geçen yüzyılı uğurlama, gelen yüzyıla ise bir merhaba. Angelopoulos’un sinemasıyla ahbaplık etmiş olanlar bu ikisinin filmde aynı anlama geldiğini fark etmekte zorlanmamışlardır, zira onun sineması bu ölmeyi ve ölüleri gömmeyi bilen, dert edinen, ufkunu da belleğini de bu ölümden devşiren yerden yeşerir. 20. yüzyılın ağlayan çayırından bitme bir adam yüzyılın görkemli ya da görkemsiz bütün acılarına yarenlik etmiş yüzüyle yüzyılın son günü nehre atar kendini. O intihar etmese yüzyıl sona ermeyecek, Angelopoulos’un görüntüleriyle kana bulanmış çarşafların, ayaklarından ağaca asılmış koyunların, sınırın öte yanına ulaşmaya çalışırken tel örgülere yapışıp kalmış insanların yüzyılı bitmeyecektir de, biz ideolojilerin ve tarihin sonunu ilan eden ufuksuzluk ve belleksizliğe mahkûm, balmumu misali eriyip durur gibi zaman, mekân ve insan içimize işlemeden havada salınıp duracağızdır sanki. O intihar etmese “ölmek istiyorum” deyip mültecilerin sığındığı alkol, kusmuk ve mültecilik kokan binaya sığınan küçük Eleni ölecektir ve 21. yüzyıl hiç başlayamayacaktır.

Ölmeden önce Jacob bir güzel kucaklar hayatı, hayatını, katliamların ve aynı zamanda umudun da merkezi olmasıyla 20. yüzyılın özeti sayılabilecek bir şehirde, Berlin’de, yazgısı 20. yüzyılın sürgünleri, sınırları, eriyikleri olduğundan olsa gerek hep mahrum kaldığı yerde, gökyüzüyle suyun birleştiği noktada hem duran hem giden sulara hem gidip hem dururken yaşamına ve ölümüne kollarını açar. Bu kucaklama –ki ölmeye atılmak da bunun bir parçasıdır- Angelopoulos sinemasının çekirdeğini oluşturur. Hayat ile ölüm, sınırın bu ve diğer yanı, gerçek ile hayal, mekânsal sınırlar, sonsuzluk ile 24 saat, yolculuk ile durma, geçmiş, bugün ve gelecek, fotoğraf karesi ile sahne, birey ile kolektif, bellek ile yaşantı, kelime ile görüntü, sinema ile hayat arasında insan yavrusunun tel tel ördüğü sınırları kucaklamaktır Angelopoulos’un meselesi.. Bir söyleşisinde Angelopoulos sinemasında sınırları dert edindiğini söyler ve ekler: “Benim gözümde, sınırlar coğrafi kavramlar değildir... burası ile orası, şimdi ile sonra arasındaki bölünmelerdir.”  Aynı sahne içerisinde bütün çağlara ve mekânlara gidebilen, gürültünün içinde meleğin üçüncü kanadının sessizce çırpındığını gören, ısrarla “hiçbir şey bitmez” diyen, montajı böylece reddeden Angelopoulos sınırların imparatorluğunu en çok genişlettiği çağda sınırsızlığın peşinden gider. Sonsuzluk ve Bir Gün’de bir anda yüzyıllar aşabilen, geniş zamanların, deniz, kum ve aşkın şairinin, hayata henüz ve duramaksızın kaçmak zorunda kalarak başlamış, ölen arkadaşının arkasından iki kovalamaca arasının dar zamanlarında gözyaşını döken Arnavut çocuğuyla geçirdiği yaşamının son gününü anlatır –aynı anda öyle dar ve geniştir ki; hem çocuğun, hem de şairin yüzü tek başlarına filmin kendisidir- ya da Zamanın Tozu’nda yüzyılın sonunda doğmuş, ölmek isteyen çocukla suya atlayan yaşlı adamın. Ya da sınırsızlığı kucaklayabiliyorsak, yönetmenin deyimiyle “keşfetmeden önceki masumiyeti” taşıyabiliyor, buna hazır olabiliyorsak bir el –emek- anlatabilir tüm yüzyılı, Sibirya’dan trene –tarihe, umuda- bindirilen kendi çocuğumuzun yüzüyle kalan el, ölmeden önce bir masanın kenarında aşağıya düşen el, gökyüzünde kalan yumruk parçası, ölüm anında toprağa “orada kimse var mı” dercesine dum dum vuran el ya da denizden çıkan bir yumruk.
 
Yine de bir ağıttan, mesela hüzünden bahsetmemek mümkün değildir bu kucaklama halinde. Sınırlar vardır, sona eren yüzyılın acıları ve umutsuzlukları içimize işlemiştir ve gelen yüzyıl ölmek isteyen bir çocuktur. Durum hayli umutsuzdur yani. Ama yine de yola devam etmek gerekir. Bu hüzün ve yola devam etme tavrını hayatı boyunca sınırlara çarpmış ve Fransa-İspanya sınırında Gestapo’nun eline düşme korkusuyla intihar etmiş olan Walter Benjamin, Klee’nin Angelus Novus resminden yola çıkarak anlatır: “...meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir, bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz yerde o tek bir felaket görür; yıkıntıları birbiri üstüne yığıp onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz.” Zamanın Tozu ise üçüncü kanadından uzak düşmüş, kollarını ona uzatan, kırık televizyon ekranlarının ortasındaki bir tarih meleğini tasvir eder:

"Gürültü ve kalabalığın içinde meleğin sessizliğinden rahatsız olduk.
Kanatlarını toprağa ve çamura dokunmak üzere indirdi ve dedi ki: Tek ütopya üçüncü kanattır."   

Angelopoulos, melankolik yapısından asla ödün vermese de ısrarla bütün söyleşilerinde sinemasındaki umuttan söz eder. “Hiç kimsenin bir masala vinçler ve taş öğütücüler şeklinde canavarlar sokmaya ve açık bir sonun seyirciye vereceği az bir rahatlamayı elinden almaya hakkı yoktur.” Gerçekten de örneğin Puslu Manzaralar’ın sonunda sisin arasından bir ağaç belirir, Sonsuzluk ve Bir Gün’de ve Ağlayan Çayır’da bir gemi Amerika’ya, yeni dünyaya doğru denize açılır, Ulis’in Bakışı’nda yönetmen gözyaşlarıyla yıkıntı bir sinema salonundadır ilk bakışı görmek üzere ve Zamanın Tozu’nda büyük baba ve çocuk el ele karlar arasında koşarlar, arkalarındaki sütunların üzerindeki eski çağdan kalma at heykelleri gibi tıpkı. İnsanlık tarihinin bildiğimiz en büyük umuduna da – sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya- o umudun ellerinin arasından kayıp gitmesine de tanık olmuş bir adamın yine aynı yerde, ama bu kez umut kadar umutsuzluğun da parladığı anı kucaklayarak asla vazgeçmeyip geleceğe, çocuklarına bırakabileceği tek şeyin onurlu, layıkıyla yapılmış bir hesaplaşma, arzu muhasebesi, “kanadım koptu ama ben de ona uzandım” diyebilme, Nietzsche’nin deyimiyle kaderini sevme, bir yandan ölürken ve ölülerini gömerken bir yandan da çocuğunla, kanada hem ihtiyacı olan hem de o kanada yetişebilecek olanla koşabilme -ne de olsa ilk yapılması gereken çocukların ölmesini önlemektir-, ütopyayı kendinden sonrakilere devretme cesaretidir bu, -kanadımız kırık bile olsa- Angelopoulos’un deyimiyle bize kalan “düş kırıklığının külleri”yle beraber “kovalanacak arzuları geleceğe bırakma” cesaretidir. Çünkü hâlâ “hiçbir şey hayallerimizden daha gerçek değildir.”

Zaman geçer ama toz bırakır. İşte bu yüzden hiçbir şey bitmez, hiçbir şey bitmemiştir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder